31 Temmuz 2010 Cumartesi

5

ah kimseler bilmez necibe teyze karşısında konuşmaya çalışan halimin suskunluğunu. konuştukça lal olur içim, dönemez kelimelerin yurduna. yalnızlaşır. susma dedikçe kendime, içime atılır her dilden cümleler. içimde, içime atılgan olan cümlelerden bir atak. her kontradan gol yiyen kalbimi, on bir noktadan müdafaa işaretiyle bile koruyamam.

açarım bir küçük; başlarım ufak ufak içmeye. bugün başlar, beş gün sonra bitiririm rakıyı. olmaz! yine de olmaz. açılmaz kilidi dilimin. otururum suskunluğumla baş başa deviririm kadehleri günler içinde.

günler içine çok sesliğim karışır. düzenim bozulur. yine de çıkmaz sesim.

yıllardır uyuyan bir yanardağ olmayı beceremediğim gibi; patlamayı da beceremem.

yalnızlığım, suskunluğum ve ben efkar dağıtmak için kelimelere gönül koymaya devam ederiz sessizce.
ve bundan necibe teyzenin kesinlikle haberi olmaz.

bitler ve yavşaklar

bitlenince saçların
elintanya topraklarında yetişen bir zeytinyağına benzerdi
ben bitlerini;
sense saçlarını dışlayan o kafaları severdin....

bitler ve yavşakları şimdi,
ne kadar aşağılanıcı ve dışlanıcı...
oysa eskimeyen bir ilkokul tarihini anlatır;
bitler ve yavşakları her zaman...

döküldü bitlerin
çocukluğum denen gerçek bahçeme...
yerildi bitlerin;
ama seveni olacak her zaman saçlarını...

erkek olmak

başını erkin göğüne çevirmiş, hiç ulaşamayacağı bir hayale kadınları merdiven yapma halidir bazıları için, kimi zaman.

evet, hala, hala, hala... "hala bana bir bardak su getir" değil elbette.

hala, kadınların üstüne basarak, kadınların üstünden yükseleceğini, "olacağını" sanmaktır bazıları için, kimi zaman.

üst derken, "üstüne bir bardak soğuk su iç"ten bahsetmiyorum elbette. alttan üstten bize ne? beden hiyerarşicisi miyiz?

hala, ama hala, temelini kadınlar üstüne döken çarpık bir kentleşme bazıları için kimi zaman.

çarpık kentleşme derken, "kahrolsun gecekondular" değil elbette.

yanlış anlaşılmış bir kentsel dönüşüm halidir bazıları için, kimi zaman.

kentsel dönüşüm derken, "zihniyetin sağlıklı dönüşümü" anlaşılmasın elbette.

çiçek açmış erkeklerin cinselliğinde var oluşunu bulmaktır "erkek olmak" bazıları için, kimi zaman.

hayır hayır, yanlış anlaşılmasın, bu tabi ki sadece heteroseksüel bir cinsellik için geçerlidir...

taşıma suyuyla değirmen dönmez derler, inanmayın.

toplum olarak taşıdığımız suyla, bir erkeklik dünyası değirmenini öyle bir döndürüyoruz ki el birliğiyle, ona karşı don kişotluk yapmak bile mümkün değil.

hayır hayır, korkmayın. donarak ölmeyeceksiniz elbette. ama dondurarak yaşamınızı, çevrenizi ve diğerlerini; yaşamlara katledeceksiniz.

katletmek derken mecaz hırkasına yüz sürüyorum sadece, soykırımdan bahsetmiyorum, dünya olarak hemen inkara geçmeyin.

lafımız erkeklerden dışarı; lafımız bazıları için, kimi zaman "erkek olmak"la ilgili.

bazen, "erkek olmak" başkalarında bacaktaki romatizma ağrısıdır. uyutmaz. kıvrandırır. huzursuz eder. ama geçmez.

her şey bir yana a dostlar, romatizma ağrısı sadece bacakta mı olur?
bir google'a bakıp geleceğim.

23 Temmuz 2010 Cuma

aşk

bir türlü yakalayamadığım, avucuma sığamayan aşkı tutup tutup bırakıyorum. tam kalbimden içeri girmişken kapıdan içeri girmesinin yasak olduğunu yazıyorum görünmez tabelaya. duracakken çırpıntıları damarlarımdaki kumrunun, uçmayan bir kuş ol istiyorum diyip kanatlarına nişan alırken şah damarımdan vuruyorum kendimi.

kelimeler dilimin ucundan firar ederken bir sigara yakıyorum. firardakiler için vurun emri veriyorum ciğerlerime, onlar sigara dumanı yetmezliğinden ölürken. ayılmak için derin rüyamdan uykunun en hafif yerinde olduğumu unutup tokat atarken yüzüme, rüyadan önce uykudan uyanıveriyorum. vurdun mu duymayanlara özenip en ufak bir dokunuşta vurulup duyanlardan oluveriyorum. kim vurdu seni diyenlere ismini veremiyorum onun. o`nun bir adı olmasını isteyip isminin sır kalmasını talep ediyorum. yokmuşçasına yaşamak adına kendime yeni buluşlar icat etmeye çabalarken önceden icat edilmişlerle idare etmekle yetiniyorum yorgunluktan. saklarken bilmediğim bir adın acısını bileklerimde, elime ilk geçen sivri bir nesneyle boyuna çiziyorum onları. hızla akan kan gibi akıp, sonunda tükenmek isterken ambulans çağırıp acil serviste sargılatıyorum yaralarımı. kaçmak mümkün olmuyor. kaçmak isterken bildiğim, yakalanmamı sağlayacak tuzaklara basıyorum. mayın patlatırken belli belirsiz bedenimi, eğilip yerden ilk önce kaçmayı seven içimi toparlıyorum.

en çok kendimi severken herkes gibi, candan önce gelecek cananı arıyorum. yok olmayı istemezken, dört yaşındaki çocuğun avucundan sıyrılıp giden bir uçan balon olup gökyüzünde kaybolmak istiyorum.

ve durmadan hikayeler yazarken zihnimde, tek satır karalamıyorum kirlenebilmesini sevdiğim beyazın üstüne.

bilmiyorum belki de;

yaşanmamış gerçek bir hikayeden esinlenilmişim.

22 Temmuz 2010 Perşembe

gizli özne

aldım ve sakladım. yine, yeniden, bir kez daha ve tekrarlayacak şekilde tutundum. tutuldum. güneş'e ya da ay'a değildi. gözlerimi kapattım. göz gördükçe görmek istediğimi gözden kaçırmamak adına, kapattım dilimi ve gözlerimi şimdiye ve geleceğe. geçmişe iliştirdim her şeyi. insan en iyi yapmayı bildiğini devam ettirmeliydi. bir tek içimde tutturursam bana kalacağının bilmenin şımarıklığıyla, aldım ve sakladım oraya "onu", "şeyi", "hiçi" ve "yoku"

yine bunun olmasına izin vermiş olmama artık şaşırmamalıyım diyorum şimdi kendime. olan olmuyordu, olanın olmasına izin veriyordum. evet. şimdi bu almanın ve saklamanın gizli öznesi kimsesizlikken, özne olarak kendimi sunuyorum. nesnesi olmayan devrik bir cümleyle açıklamaya çalışıyorum her şeyi. gizli öznesi ve nesnesi olmayan devrik cümlemi, aldım ve sakladım içimdeki geçmişe.

bulut, sis ve mavi. . . hepsi başımla beraber. ve öznenin gizli hali, seçilmemiş nesne kapalı gözlerimle kaldırdığım başımda gökyüzünün de yukarısında, başımın tam üstünde kendi yerini yapıyor.

yüzümde yığılmış ifadelerden gizlilikler ve ben göremediğim olmayanımı alıp hediye olarak veriyorum kendime.

21 Temmuz 2010 Çarşamba

gerçek

rüyalardan alın yazısı oluşturabilseydik, dilerdik gerçekliği. ritmi bozuktu hayallerimizin. kalp ritminde düzensizlikleri olan ilişkimizin adımlarına güvenemiyorduk. hangi adımla geleceğe erişebilecektik? varlığımızın yokuş aşağıya ilerlemesiydi tehlikeli olan. kalbimiz delikti. heyecana gelmemeliydik. kalbimizdeydi eksiklik. hızlanmak için yüklenmemeliydik aşkın pedallarına. karanlık bir sondu bu. unuttuk her şeyi; hastalığımızı, adımlarımızı, deliğimizi, boğazımızdaki yumruğu. şarkılara, hikayelere, kahramanlara sığınmak... biz kolayını mı seçtik diye düşünmeden edemiyorum şimdi. şimdi... geçmişteyken şimdide var olmaya "bugün" diyoruz. dünde öldüğümüzü saklıyorum herkesten ve her şeyden. dünümüzü bizden sakınıyorum.

sevgilim, rüyalar gerçek olsa; gerçek olur muyuz biz de?

rüya

durmuş bana bakıyor. bana baktığını bildiğim için hareket etmiyorum. beni çağırıyorlar. gitmemiz gerekiyormuş. hayatımı eklemlediğim kişi gideceğimizi söylüyor. kimseye iplerimi teslim etmemişken, nasıl da bağlandığımı bilmediğim birinin sesi “haydi” diyor. o ise durmuş sadece bana bakıyor. bana baktığını bildiğim için hareket edemiyorum. kimseye gidemeyeceğimi, yola çıkamayacağımı, beklemeye hüküm giydiğimi, artık devinemeyeceğimi bildiğimi anlatamıyorum. içimin dışındakiler, hayatımın içindekiler, onun bana bakmadığı bir dünyaya, dışarıya beni götürmek için durmaksızın bana sesleniyorlar.

kimse hareketsizliğimin sebebini anlayamıyor.

“onun bana baktığını biliyorum sadece ve sırf bu yüzden devam edemiyorum” diyemiyorum. onun üstüne bastığı toprağın sessizliğine gömülüyorum kelimeler dilimle vedalaştıktan sonra.

bekleyenler öfkeyle terk ediyorlar beni. dünyanın dışında, onun gözlerinde kalıyorum. hiç kimsenin içinde olamadığıma üzülmüyorum. insanların içime bıraktığı atıklardan şu anda sancısız ayrılışımın sebebini, onun bana bakması. o bunu biliyor mu? bilsin istiyorum. bana bakıyor ve ben o orada durmuş olduğu için adım atmıyorum. tek bir adım bile beni ondan uzaklaştıracağı için bacaklarıma felç indiriyorum. olduğum yere düşüyorum. aşka düşmek bu muydu yoksa?

niye bana baktığını bilmediğim, gözlerini bir kez bile görmediğim, göz şeklini, rengini bilmediğim biri sıkıca tutmuş beni. sorgulamıyorum. aylarca hiç hareket etmeden kalıyoruz. o bana bakıyor, ben onun bana baktığını bilerek olduğum yerde kalıyorum. zaman hızlı akıyor o bakmaktan vazgeçmediği için. gölgesi düşüyor sonunda önüme. başımı kaldırmaya korkuyorum. “gidelim artık” diyor. "nereye?" diye sormak gelmiyor içimden.

ılık bir su tüm bedenimi damlacıklar halinde yıkayıp geçiyor. uzanıp elini kavrıyorum. beni ayakta tutan bu ellermiş… ayağa kalkamıyorum. bacaklarımda beynim vasıtasıyla gönderdiğim hiçbir komut para etmiyor. parmak uçlarıma değin inen güç, parmaklarımı oynatamıyor. “kalkamıyorum” demeye yeltenirken sesimin çıkmadığını da anlıyorum. bana durmaksızın bakmaya devam ettiği için gözlerimi alıp da gözlerine değdiremiyorum.

hiçbir şey demeden yanıma oturuyor. gideceğine inandığımdan olacak, kalışı tüm ömrüme yayılacak mutluluğa dönüşüyor.

aşka düşecekken, gerçeğe düşüyorum.

uyanıyorum en güzel rüyamdan.

hayırdır inşallah

rüyamda kafasının üstünde duran hegel'i gördüm. ne yapacağımı bilemezken içeri marx girdi. kendine güvenen bir havası vardı. iki parmağının ucuyla hegel'i tutup, onu ayaklarının üstüne çevirdi. sonra bana baktı, "uyan" dedi. uyandım. hayırdır inşallah.

yara

heybede, insan içinin tüm meraklı gözlerinden, tüm içten saklanması gerekendir. ruhta çukurdur. yüzde gamzedir. ifadede tebessümdür. kimi zaman. kalpte krizdir. ruhta lekedir. kabuk bağlamaz. onun mutlaka izi kalır. tazelenir, açılır, kapanır ve geri döner. unutturur kendini. sonra anımsatır. bir yerden sonra alışmak için ona çaba harcamanız gerektiğini anlamaya başlarsınız. alışmak... kalpte sıkıntı, ciğerde hava boşluğu, midede kramp. alışmanız gerekir.

yürekte onun için saklanan, onu herkese, her şeye, kendinize ifşa etmenizi sağlayacak çığlığı, gırtlağınıza kadar getirir ama tutarsınız. hiçbir çığlık, artık onun dermanı değildir. yaranız, sizindir. siz onunla yaşıyorsunuzdur. var oluşunuzun türlü türlü amaçları varken, onun sizin mührünüz olduğundan kuşku duymuyorsunuz.

bir uçurumun kenarısınızdır. atabilirsiniz aşağıya kendiliğinizi. düşüp parçalanabilirsiniz. sonra toparlarsınız bedeninizi usulca. ama değiştiremezsiniz. ruhta yara, saklar kendini. heybenizde kamburunuzu taşıdığınızı düşündükçe ezersiniz izinizi, içinizi, kendinizi, o düşüncenizi.

çığlık, hiçbir çığlık, seslendiriş, yara dermanı değildir. suskunluğa boğun zamanında içinizden çıkartamadığınız sesinizi. çerçeveleyip aklınıza asın onu. gözünüzün önünde ama kalbinizden uzakta dursun.

sigara

"sigara intihardır, intiharın özgürlüğü olmaz"

öhööö, öhööö... afedersin ciğerim; öksürük tuttu da...
iktidarın intiharına bir sigara daha yakıyor alt komşum. foucault'dan başlayıp ileri düzey düşünce insanlarında son verirken vecibe teyzemin sigarasının dumanına; sigarasının dumanına sarıp sarmalarken ciğerlerinin istekli ölümünü; aklımda, vecibe hanım teyzeyi şikayet edecek bir mercinin olmamasını, erkin bir eksikliği olarak yorumluyorum.

çok efkarlandığım için bir sigara da ben yakıyorum. ne dediniz? iktidar her yerde mi? canım benim.

rakı

bu akşam yerine üzümleri hem meze yapıp, hem de içtiğimdir.

iktidarım sen yaşa!!!

öfke

vanasında sorun olan bir musluktur. durmaz. durdurulamaz. değil midir ki, sahibinin dikkatini usul usul gizli damlalarını akırtırken çekemememiş... değil midir ki, açıldıktan sonra kolay kolay kapanmadığında en ufak bir ilgiya mazhar olamamış... yapacak hiçbir şey yoktur. onun için akma vaktidir. bardaktan boşanırcasına değil, bozuk bir musluktan durdurulamayacasıdır artık o. haklı mıdır, haksız mıdır? ah bebeğim, bunu kim bilebilir ki?

hamiş: her zaman çözüm isteyenler için; tesisatçı çağırınız.

20 Temmuz 2010 Salı

küçük çırpınışlar / kırık kalp

vecibe hanım teyzenin yazmakta olduğu hayat hikayesi için küçük çırpınışlardır:

kırık kalp:

bazen, kimileri için, birleştirilmeye çalıştıkça daha çok kırılan, tuz buz olandır. oysa bırakılsa kendi haline, zamanın tozu örtse bir süre üstünü; kem gözlerden uzakta tutulsa; oda ısısında muhafaza edilse; çocukların erişemeyeceği bir yerde saklansa; kişi kendi gözüne bile yasaklasa onu, tükenene kadar kanamasına izin verse onun... kalp bu, cam değil ki... toparlanır. hayal kırıklıklarının üstüne basa basa yükselir de, arşa değer gün gelir de başı.

19 Temmuz 2010 Pazartesi

4

paşazadelerin ortanca kızı, ilkokuldaki müstesna sıra arkadaşımla nevizadeden çıkarken karşılaşıyorum. bir başka müstesna dostumuz, semasını bulmak için çıktığı yolculuğuna kaldığı yerden devam edecek. onu uğurlamak için yola koyuluyoruz. yedi göbekten boğaziçinin sularında çiçek açmış bir soya mensup arkadaşımla yıllardır bahsettiği fakirhanesine gidiyoruz. sevdiğim dostlarla rakı şişesindeki uskumru balığı oluyoruz. fakirhanenin yalı olduğu, kırksekizinci muratın içki içilmesine hoş karşılamadığı bir dönemde bile içkisini içmek için tercih ettiği "erkenkalkanyolalırmı" köşkünde bir, iki, üç, dört, beş derken, peş peşe kadehleri boğaza karşı yuvarlıyoruz. midemizde bilmem kaçıncı alkol festivali. aman sabahlar olmasın diye bağırıyoruz belki sesimizi güneşe duyurabiliriz diye. oysa bizi duyan sadece müzeyyen abla oluyor. ah müzeyyen abla, sevdiğim bir dostumun dediği gibi "müzeyyen abla dost mu, düşman mı?" dost acı söyler diye avutup kendimi, denizdeki sandal oluyorum. dalıyorum içime. bir sağa, bir sola... aman sabahlar olmasın. içimdeki denize sayısını hatırlamadığım rakıların yardımıyla bir çırpıda atlıyorum. türk aile yapısına ve örflerine aykırı davranmak maddesinin ikinci bendi gereği, paşazade soyuna erişememiş kimi insanların hönkürmelerine maruz kalıyoruz. belki de açık açık sabote ediliyoruz. oysa kim takardı londra kaymakamını?

şişeler bir bir boşalırken, kadehte efkar dağıtıp, şafak sayma zamanına yaklaşıyoruz. gönüllerimizde kapanan, açılan, sayfalarını çevirmeye cesaret edilemeyen defterler; belki yazılmamış hikayelerin burukluğu... sonunun ne olacağını bilemediğin, büyüsünden çıkamadığın eksik yaşanmışlıklar...

içimde henüz zamanı gelmemişken sırtlandığım, tanrı misafiri diye başımın
üstünde kabul ettiğim hasret ağrısı...

ah bu şarkıların gözüne ne oluyordu da böyle kendi kendine doluyordu sürekli?

18 Temmuz 2010 Pazar

3

saatin gecenin 4'ü olmasına 8 dakika var. boş boş etrafıma bakınırken ve boş evin içinde dolaşırken ve boş boş bu saatte canımın neden bol sarımsaklı, yoğurtlu ıspanak çektiğini düşünürken kapımın altından atılmış notu görüyorum. en büyük hayranım, tek ciddi dinleyeceğim, eksik hüsnü kuruntum vecibe hanım teyze'den sevgilerle :

"yat zıbar artık evladım, sabah fotoğraf çektirmeye gideceksin."

evet gerçeklerimin izlenme rekoru kıran kısa özeti kapımın altından sürekli geçiyorken, ben hala açık bıraktığım hayatımın karşısında uyuyakalamıyordum.

2

iniyorum. aşağıya doğru iniyorum. ne zamandır iniyorum aşağıya doğru? bilmiyorum. ilk hayal kırıklığı basamağına ulaşmak için merdivenlerimden aşağıya iniyorum.

umut dünyasından kovulan hayallerim düşerken dünyaya, ilk ne zaman kırılmıştı? bu sorunun cevabını merak ediyorum. yoksa şu anki sinsi mutsuzluğumun beni nasıl içten içe çürüttüğünü bilemeyeceğim. iyileşmek için değil. artık iyileşemem çünkü. beni çürüten kırgınlıklarım içimde kemikleşti. o iskeleti yıkamam. gücüm yetmez. ama insan bilmeli onu neyin yıktığını. bilmeli. yüzleşmeli.

içimde isimsiz bir hüzün. benim gibi. insanın kaderine gerçekten isminin etkisi oluyorduysa, ben bunun yaşayan örneğiydim. ismim gibi, duygularım da isimsiz'di.

17 Temmuz 2010 Cumartesi

alt kat komşum vecibe hanım teyze - 1

her şey çok daha uzakta kalabilseydi, dünyayı daha kolay anlayacağıma dair iddiaya giriyorum alt komşumla apartmanın girişinde. elinde "komşuları inceleme yüksek lisansı" başvuru formu, beni asistanı yapmaya çalışıyor. nereden bulduğunu bilmediğim cümleleriyle beni köşeye sıkıştırırken, tüm direnmelerime karşı onun bana uzattığı formu doldururken buluyorum kendimi. yerine yetiştireceği kişinin eğitimli olması gerektiğini söylüyor, isim bölümüne "isimsiz" olan adımı yazarken. hiçbir şey demiyorum. birisine hayır diyememenin derin kederinde boğuluyorken, bu programa kabul alırsam nasıl bir karar vereceğimi düşünüyorum.

alnımı geniş bulan ter damlaları aralarında en hızlı düşme yarışı yapıyor. alnımı izleyebilmeyi nasıl isterdim şimdi. oysa ben güneş tepemde, deliyle deli olma yarışı yapıyordum ve yine, yeniden, bir kez daha yarışmacısı olmak istemediğim bir müsabakadaydım. gelen geçen komşular beni, vecibe hanım teyzenin apartmanın girişine kurduğu masanın arkasında otururken görüyor. gözlerindeki hayal kırıklığını seçebiliyorum işte. her şey çok yakınımda. ama bunu vecibe hanım teyzeye anlatamıyorum. bu güneşin alnında ne işimiz olduğunu, beni burada niye tuttuğunu, az önce doldurduğum formu nereden ya da nasıl bulduğunu, asistanlık için kaç kişinin başvurduğunu ve en önemlisi benim niye böyle biri olduğumu ona soramıyorum.

"hadi kalk da eksik belgelerini getir" diyor vecibe hanım teyze. "ne belgesi canım ciğerim teyzeciğim" demiyorum elbette. "peki" diyorum. "kalk o zaman, ne duruyorsun yanımda" diyor. boyun eğme ustası boynumu büküp kalkıyorum. kim eğdiyse zamanında benim bu boynumu, boynu tutulur inşallah. sessizce yerimden kalkıp apartmandan içeri girerken vecibe hanım teyzenin sesi geliyor kulağıma. büyük bir sırrı ifşa etmekle görevlendirilmiş sesi yanlış duymuyorsam yüksek lisansa kabul edildiğimi bana müjdeliyor başvuru süresi bile bitmemişken henüz.

bir delinin kuyuya attığı taş oluyorum da, arkamdan atlayacak akıllı olmamasından çok korkuyorum.

bilmiyorum size hiç söyledim mi şimdiye kadar ama ben en çok yalnızlıktan korkuyorum.